Yarbay Mustafa Kemal, beraberinde emir subayı ve emrine verilmiş olan Çerkeşli Hasan Çavuş'un mangasını alarak 2 Şubat 1915 günü Süleymanpaşa'ya geldi.
Mustafa Kemal ve yaveri Süleymanpaşa'da ilk gecesini Ortacami Mahallesi Yunus Bey Caddesinde Bahriyeli Salih Bey'in evinde geçirdi. Atatürk Süleymanpaşa'da kaldığı müddetçe Askerlik Şubesi yolu üzerindeki Musava kahveleri başlıca uğrak yerlerindendi.
19. Fırka' nın tamamlanması 25 şubat'a kadar sürdü. Fırka bugün Göğüs Hastalıkları Hastanesinin bulunduğu yerde " Sahil Kışlası " nda kuruldu. Yarbay Mustafa Kemal 19. Fırkanın kuruluşunda çok sıkıntı çekti. Çünkü bir yandan Çanakkale savaşı devam ediyor, bir yandan her gün yüzlerce şehit ve Gazi Tekirdağ'a getiriliyordu. Buna rağmen memleketin içinde bulunduğu zor durum karşısında Süleymanpaşa, Malkara, Çorlu, Hayrabolu'dan toplanan ve bir kısmı da depo alaylarından temin edilen 891 kişilik 57, 72, 77 alaylar kurulmuş oldu.
Mustafa Kemal bu süre zarfında, Kolordu Caddesi üzerinde o zamanlar Fitnat Hanım Konağı diye bilinen ve mülkiyeti Salih Zeki Bey'e ait olan ahşap evde ( otelde ) kalmıştır. Evin son sahipleri Münir ve Hüseyin Soyuer 'dir. Daha sonra yıktırılıp yerine yenisi inşa edilen bina Yahya Soyuer apartmanıdır.
25 Şubat'ta kurulması tamamlanan 19. Fırka, ardından gelen bir emirle Mustafa Kemal Maydos'a (Eceabat) geçti.
Mustafa Kemal Eceabat'ta emrine verilen yeni birliklerle beraber, Ece limanı, Morto Koyu, Arıburnu, Anafartalar ve civarını içine alan bir sahanın komutanı oldu.
Tekirdağ'da kurulan 19.Fırkanın ve O'nun yüce, eşsiz komutanı Mustafa Kemal ATATÜRK'ün Çanakkale Savaşı'nda göstermiş oldukları kahramanlıkları kim unutabilir! Hele hele 57. Alay'ın şahane ölümleri onların hepsinin şehitlik makamına ulaşmaları Mustafa Kemal'i dünyaya tanıtan, tarih sahifelerine geçiren, İstanbul'un müttefiklerine işgalini önleyen yüce FIRKA.
VE CUMHURİYET
Bundan sonra yıllar yılları kovalamış koca bir imparatorluğun yok oluşundan sonra Cumhuriyet ilan edilmiş, Cumhuriyetin ilanından sonra 18 Ağustos 1926 tarihinde Gazi Mustafa Kemal Çankaya'da Tekirdağ Heyetini kabullerinde şöyle seslenir:
"...Trakya'nın sevimli ve güzel parçası olan Tekirdağ'ın bende ayrı ve tatlı bir hatırası saklıdır. Umumi harp esnasında 19.Tümen Komutanlığını Tekirdağ'da üzerime almış ve tümeni orada oluşturmuştum. Bu tümeni teşkil etmekliğim Maydos (Eceabat), Arıburnu ve Anafartalardaki askeri çalışmalarımın esasını oluşturmuştur. Yüksek heyetinizle görüşmek suretiyle bu hatırayı canlandırdığınızdan sizlere ayrıca teşekkür eder ve muhterem Tekirdağ halkına hürmet ve selamlarımın ulaştırılmasını rica ile en kısa zamanda ziyaretlerine geleceğimi bildiririm."
HARF İNKILABI
Mustafa Kemal, 1928 yılı Ağustos ayının sekizini dokuzuna bağlayan perşembe gecesi İstanbul'da Sarayburnu ( Gülhane ) parkında halkında katıldığı bir eğlencede gösterileri bir süre izledikten sonra ayağa kalktı ve Harf Devrimi'nin başladığını müjdeleyen nutkunu söyledi.
Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, âhenkdar, zengin lisanımız, yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir..."
Gazi Mustafa Kemal bu sözlerinden sonra duygu ve düşüncelerini yeni harflerle bir kağıda yazarak Fatih Rıfkı ATAY'a okuttu. "...çok lüzumlu bir iş daha vardır. Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir. Her vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik, milliyetperverlik vazifesi biliniz."
Bu arada Gazi, yeni Türk harflerini tanıtıp öğretmek ve halkın bu konudaki düşüncelerini görmek amacıyla yurt gezilerine çıkar.
VE İLK DURAK TEKİRDAĞ ( 23 Ağustos 1928 - Perşembe Saat: 11.45 )
Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal, beraberinde Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ve milletvekillerinden Salih, Fatih Rıfkı, Ruşen Eşref, Recep Zühtü, başyaver Rusuhi ve Denizyollaı Genel Müdürü Sadullah Bey olduğu halde sabah saat beşbuçukta Ertuğrul Yatı ile Tekirdağ'a geldi. Saat 11.15te karaya çıkan Gazi, iskelede halkın candan tezahüratı ile karşılandı.
İskeleden otomobile binen Gazi, yol boyunca kendisini beklemekte olan Tekirdağlıların alkışları, sevinç çığlıkları arasında 11.30'da Hükümet Konağına gelen Mustafa Kemal bir süre Vali Arif Hikmet Bey'in odasında dinlendi. Bu sırada salonlarda koridorlarda memur ve halktan büyük bir kalabalık vardı. Gazi bir müddet sonra:
- Bana bir " Milliyet " gazetesi getirir misiniz? " dedi.
Bir gün önceki Milliyet gazetesi getirilip kendilerine verildi. Gazi, Vali odasına bitişik Meclis Umumi Salonuna geçti. Salonda bulunan memurlar toplu olarak Büyük Kurtarıcıyı selamladılar.
Salonda ortaya bir kara tahta konmuştu. Ata sevgili milletine Başöğretmenlik yapacaktı.
Reisicumhur hazretleri orada bulunanların yeni Türk yazısını bilip bilmediklerini sordu.
Kalabalıktan,
"- Öğrendik... Öğreniyoruz. " sesleri geldi.
Gazi, bundan sonra tarihi öğretmenliğe başladı. İlk olarak tahtaya çağırdığı kişiye yeni yazı ile bir cümle yazmasını söyledi. Yazı aynen şöyleydi:
Büyük Gazi'ye malik olan Türkler Bahtiyardırlar. "
Başka birini tahta başına davet etti.
O" Efendim henüz bilemiyorum." Dedi.
Gazi:
"- Beş on şekil öğrenmek o kadar güç bir şey midir, niçin alâkadar olup öğrenmediniz? " dedi.
Sıra Vali Arif Hikmet Bey'dedir. Gazi, imlâsı bakımından o günler için zor sayılan kelimelerden " Jandarma " ve " Zerdali " kelimelerini Valiye yazdırdı. Memurlardan bir çoğuna tahta başına davet ederek yazdı, yazdırdı.
Açıklama ve teşviklerde bulundu. Bu ara bir odacının yeni harflere son derece süratle okuyup yazdığını görmek, Gazi'yi çok sevindirdi. " Barbaros " kelimesini yazdırdığı ve okuttuğu odacı Hamdi Efendi'ye baktı, gülümsedi ve arkasını sıvazladı. Hükümet Konağı'ndan saat 13.30'da ayrıldı.
Ruşen Eşref Ünaydın’ın 27 Ağustos 1928 tarihli ve “Tekirdağ’ında Gazi” başlıklı Milliyet gazetesinde yayımlanan makalesi:
“Yorulmuyor, usanmıyor. Henüz hiçbir zaferin gölgesinde dinlenmedi. Onun nazarında her bir muvaffakıyet yeni bir vazifenin başlangıcıdır. Muharebeler kazandı, kafi görmedi. Devlet kurdu, kafi görmedi. Cumhuriyet, kafi değil. Asrın medeni kanunu, kafi değil. Zira kanidir ki, bu merhalelerden her hangi birinde dursa tam ve kamil bir vahdeti olmak lazım gelen Türk inkılabı eksik kalacaktır. Onun için daima yürüyor. Bütün ömrü muhitine şunu tekrar ediyor:
“Yükselmeli, dokunmalı … semalara. Doymaz beşer dedikleri kuş itilâlalara”
Yatta ona baktıkça bunları düşünüyordum. Akşam Dolmabahçe’de çalıştıktan sonra “Biraz deniz havası alalım” demişti. Onca biraz hava almak bir yeni iş düşünmek veya görmektir.
Marmara’ya açılınca öğrendik: “Tekir dağı istikametine gidelim” buyurdu. Yatın telsiz telgrafını İstanbul’daki telsiz telefonla buluşturdu. Birkaç şarkı ve bir iki opera parçası arzu etti. İki üç dakika zarfında onları mesafelerin manevrasından işittikçe çok genç bir cuşişle sevindi. Fen asrının hangi hızla hangi kudretlere vardığını canından duyuyordu. “İşte bizim milletimiz bu asrın milletidir. Bu süratin mana ve faidesini benimsemiştir.” diyordu. Bir akşam sonra bu süratten çok lüzumlu bir istifadede bulundu. Seyahat intibaı neticesini bir anda bütün şehirlere ve bütün millete birden neşr etti.
Tekir dağına vardık. Bu kasabanın şöhreti çoğumuzca, şimdiye kadar, bir meyvenin çeşnisiyle bir halk türküsünün mısrasında anılır. Gazi, ilk fırka kumandanlığını burada yapmış.
O halde hissi bir ziyarete mi geldik? Tekir dağının manzaraca hiçbir hususiyeti yok… Marmara kıyılarında İstanbul’un ahşap bir semtini andırıyor. Fakat vilayetin meclis odasında tebeşir ve siyah tahta hazırlanınca maksat herkesçe anlaşılıyordu: Gazi yeni bir manevi seferberliğin ilk tecrübe adımlarını da aynı noktadan atmak istiyordu. Kendine hürmet beyan edeceklere her şeyden evvel iki saat yazı dersi verdi. Genç, istekli fakat ümmi bir odacıya bile adını yazdırdı: Haydar!.
Belediyede de aynı mevzuyu açtı. “Zabitler yurdu”nda kumandana imla yazdırdı. Zabit arkadaşlarına yeni yazıyı tavsiye etti. Sokaklarda kendini çılgınca alkışlayan halk arasındaki bir hafızı çağırttı. Rastgele bir eczanede bir yazı masasının üstüne oturdu. Hocaya Arapça yazdırdı, şuna buna okuttu. Türlü türlü telaffuz ettiler.Aynı cümleleri kendi de yeni harflerle yazdı. Bunu herkes aynı şekilde okuyordu. “Gördünüz mü hocam? Yeni harfleri öğrenin” dedi.ve yarısını hocanın, yarısını da kendinin yazmış olduğu bir kağıdı bir levha, bir timsal halinde hocaya verdi.
Hayret ve meftuniyetle görüyorduk ki, eserinin her hangi bir merhalesinde şanla dinlenmeye bin kere hak kazanmış olan bu büyük adam neden böyle uğraşıyor. Milletinin menfaatine gördüğü bir lüzumu genç Türklerin aklı selimine müracaatla kabul ettireceğine kanidir. Bunun isabetini göstermek için en az uğranılan yerlerin tozlu sokaklarında, kızgın ağustos güneşi altında terleyerek, seyyar bir köy muallimi gibi dolaşıyor. Saat on beşe geldiği halde henüz öğle yemeğini bile yememiştir.
Bu harekette büyük ve hayırlı bir maksat var. Türk milletinin istiklali henüz tamam değildir. “B” harfini başta “ﺑ” ortada “ﺒ” sonda “ﺐ” diye üç cansız şekilde öğretirlerdi. Bunları canlandırmak için üçer defa “üstün, esre, ötre” diye harekelenmeli. Fakat bu kafi mi? “بو” bu mudur, bi midir, bo mudur, bı mıdır, bü müdür bilemezdiniz.
Mesela “دون” diye bir şekil vardı. Bu “dün” de okunur, “don” da, “dön” de okunurdu.
Canım şu “كل” şekli “gel” midir, “kel” midir, “göl” müdür? Hepsi idi.
Dede Korkut’un has Türkçe mısralarının muamma imlasına bakın:
[Yüksek kara dağların
Sana yaylak olsun
Sovuk sovuk sularım
Sana içit olsun
Karşı yatan kara dağları
Senden sonra men neylerim
Yaylar olsam benim mezarım olsun]
Bu Türkçeyi okumak içi bu gün mütehassıs olmak icap ediyor. Şu halde Türk lisanı yazı itibarıyla müstakil değildi. Ona yabancı bir kuvvet hakim idi. Biz çinli kadınların ayağını küçülten demir ayakkabıları, o sunni cendereleri asırlarca müddet kendi imlamızın ve kendi telaffuzumunuz başında taşımıştık.
“Hatçe” deyip, “خديخه” yazanlar, “kapıp aldı” diye telaffuz edip, “قبوب” şeklinde yazanlar elleriyle ağızları arasındaki farkı muhakeme etmişler midir? Aynı vücudun iki uzvu arasında birbirinden müstakil iki ayrı itiad husule getirmek en aşikar bir mantık şaşılığıdır. Bu anarşiye tahammül edişimiz şaşılacak bir fedakarlıktır.
İşte Gazi Türk dilini ve Türk telaffuzunu bir anarşiden ve bir esaretten kurtarıyor. Onu asrın baş döndürücü bir hızla kolaylaşmış, ucuzlaşmış, terakki ve tekamül etmiş matbaacılığına da kavuşturuyor. Okuyup yazmak bir sınıfın aylar, hatta senelerce vakit ve emek sarf ederek elde edeceği bir imtiyaz olmaktan kurtulup bütün bir halkın malı oluyor.
Tekirdağ’ında bir defa daha gördük ki, “Gazi” yanılmaz ve mürebbisi “Gazi” olan bir millet, hiçbir imtihandan geri kalmaz.”
Ruşen Eşref Ünaydın